Şeytanın Fısıltısı, Tanrı’nın Sessizliği: “Paradise Lost” ve Ruhun Savaşı
Bazen bir hikâyeyle karşılaşırsınız ve o hikâye sizden bir şeyler söküp alır. “Paradise Lost”, yani “Kayıp Cennet” tam olarak böyle bir metin. John Milton’un 17. yüzyılda yazdığı bu destan, sadece Adem ile Havva’yı değil, hepimizi anlatıyor aslında. Evet, belki de kelimeler eski, dili ağır ama bize yaşattığı duygular tanıdık. Hatta ürkütücü derecede tanıdık diyebiliriz.
Hikâyeyi az çok biliyoruz aslında. Cennet’te mutlu mesut yaşayan Adem ile Havva’nın, Tanrı’nın “dokunmayın” dediği o meyveye uzanması. Havva’nın ilk adımı atması, sonra Adem’in de onunla birlikte o yasak meyveden yemesi. Ve ardından gelen o meşhur düşüş: cennetten kovulmak.
Ama Milton bu hikâyeyi öyle bir anlatıyor ki bir noktadan sonra günah fikrinden çok bir insanlık hâline dönüşüyor her şey. Havva’nın o meyveyi yemesi bir meraktan, bilmek istemekten, sınırları keşfetmekten geliyor. Diğer bir yandan da Adem’in onu yalnız bırakmamak için aynı suçu paylaşması, destansı bir aşkı andırıyor. Trajik ama gerçek.
Hangimiz sadece “merak ettik” diye hata yapmadık? Ve en önemlisi, hangimiz sevdiğimiz biriyle aynı hatayı göze almadık? “Paradise Lost” belki de cennetten kovulmayı bir son değil, bir başlangıç gibi görüyor. Evet, kayıp var ama aynı zamanda bir uyanış da var. Cennette her şey hazır, her şey kusursuzdu. Ama kusursuzluk biraz da hareketsizlik değil mi? Hata yapmadan öğrenemez, düşmeden ayağa kalkamayız. Milton bunu anlatıyor sanki. Asıl insan olmak, kaybettikten sonra başlıyor.
Bize kalırsa bu hikâye sadece Adem’le Havva’nın değil, hepimizin, hatta tüm insanlığın hikâyesi. Her birimiz bir gün kendi “yasak elma”mıza uzanıyoruz. Kimi zaman aşk için, kimi zaman sırf meraktan. Ve belki de o an, gerçekten kendimizle tanıştığımız an oluyor.
Kısacası, “Paradise Lost” sadece cennetten bir düşüşün değil, aynı zamanda insanın doğuşunun hikâyesi. Belki de cennet, dışarıda değil, içimizde yeniden kurulmayı bekleyen bir yer.