cross

Artık Yayınlara Mesajınızı Gönderebilirsiniz!

Devam etmek için ENTER'a basın.

Bir Cosmopolitan Lütfen: Aşkın, Şehrin ve Kendini Bulmanın Hikayesi

Bazı diziler vardır ki, yayınlandıkları dönemin çok ötesine geçer, adeta bir dönemin ruhunu yakalar ve onu zamansızlaştırır. Sex and the City, işte tam da böyle bir yapım. İlk olarak 1998’de HBO ekranlarında yayınlanmaya başlayan dizi, yalnızca dört kadının aşk hayatlarını anlatmakla kalmadı; kadın dostluğu, cinsellik, bağımsızlık ve şehir yaşamı üzerine yepyeni bir söylem başlattı.

New York’un kalbinde, topuklu ayakkabılarla, kokteylleriyle ve bitmek bilmeyen aşk sorularıyla yürüyen dört kadının hikâyesi; bir dönemin izleyicisi için devrimsel, günümüz için ise hâlâ ilham verici.

Sex and the City, yazar Carrie Bradshaw’un haftalık köşe yazıları aracılığıyla kendi hayatını ve çevresindekilerin hikâyelerini anlatması üzerine kurulu bir dizi. Carrie’nin üç yakın arkadaşıyla kurduğu dostluk, dizinin duygusal çekirdeğini oluşturur. Her bir karakter, farklı bir kadınlık halini temsil ediyor.

Carrie, aşkı hayatının merkezine koymuş bir yazardır. Kendine has bir tarzı, yaratıcı bir ruhu ve çoğu zaman karar vermekte zorlanan bir kalbi var. İlişkilerde sınırları zorlamayı sever. En meşhur ilişkisi ise gizemli ve bağlanma sorunları olan Mr. Big ile yaşadığı inişli çıkışlı aşk hikâyesi, biz de bu ilişkiyi izliyoruz. Carrie, dizi boyunca aşkı çözmeye çalışır; ama çoğu zaman çözmek yerine içine düştüğünü görüyoruz.

Samantha, kariyerinde başarılı, sosyal hayatında cesur ve cinselliği konusunda tamamen özgür bir halkla ilişkiler uzmanıdır. “Kadınlar da erkekler kadar özgürce cinselliğini yaşayabilir” düşüncesini tüm cesaretiyle savunur. Onun karakteri, televizyon tarihindeki kadın temsili açısından gerçek bir dönüm noktasıdır.

Miranda karakterimiz ise avukatlık kariyerine odaklanmış, zeki ve ayakları yere basan bir kadın. Romantik ilişkilerde çoğu zaman temkinli, hatta bazen alaycıdır. Dizi boyunca kariyer, annelik ve ilişkiler arasında denge kurmaya çalışırken içsel çatışmalarını ve güçlü yanlarını en doğal haliyle izliyoruz.

Son olarak Charlotte, geleneksel değerlere bağlı, evliliğe inanan, aşkı hayatın en saf hali olarak gören bir karakter. Sanat galerisi yöneticiliği yapan Charlotte, “ideal hayat”a ulaşmak için hem içsel bir dönüşüm geçiriyor hem de çevresinin dayattığı kalıplarla mücadele ediyor.

Dizi boyunca New York, sadece bir arka plan değil, adeta bir karakter gibi işlenir. Şehir; aşkın bulunduğu, kaybedildiği, yeniden denendiği bir sahne gibidir. Her sokak başı, her kafe başka bir hikâyeye kapı aralıyor. Sex and the City, New York’u bir metafor olarak kullanır: kaotik, yorucu, karmaşık ama bir o kadar da büyüleyici.

Carrie’nin absürt ve özgün kombinlerinden Charlotte’un klasik stiline, Samantha’nın iddialı kıyafetlerinden Miranda’nın işlevsel giyimine kadar her karakterin kıyafetleri, kimliklerinin bir yansımasıdır aslında. Dizi, modayı sadece görsel bir estetik değil, kişisel anlatımın bir parçası olarak kullanır. Özellikle Carrie’nin ayakkabı koleksiyonu ve ikonik tütülü eteği, pop kültürde kalıcı bir yer edinmiştir.

Sex and the City, aşkın ne olduğunu, cinselliğin tabu olmadan konuşulabileceğini, kadınlar arasındaki dostluğun hayat kurtarabileceğini gösteren bir yapım. Kimimiz için Carrie'nin ilişkileri anlamaya çalışan bakışı; kimimiz için Samantha’nın korkusuzluğu ya da Miranda’nın gerçekçiliği... Ama en çok da dört kadının birbirine duyduğu sevgi, sadakat ve dürüstlük hissi hafızalarda yer etti.

Ve böylece anladık ki,
Aşk karmaşıktır. Seks politik olabilir. Şehir yorucudur. Ama bir masada, dört kadın birlikte gülebiliyorsa, hayatta umut vardır. Daha fazlası için Radyo Bilkent’i radyobilkent.com veya sosyal medya hesapları üzerinden takip etmeyi unutmayın!