Frankenstein’a Psikanalitik Bir Bakış: Freud’un Oedipus Kompleksi ile Gotik Bir Bağlantı
Yılların klasiği haline dönüşen Mary Shelley’nin Frankenstein romanı ilk bakışta bilimsel bir keşfin korkunç sonuçlarını anlatıyor gibi görünse de biraz derine indiğimizde, insan ruhunun karanlık köşelerine dokunan bir hikâyeye dönüştüğünü fark ediyoruz. Bu hikâyede sadece bir yaratık yok; aynı zamanda bastırılmış duygular, çözülmemiş travmalar ve içe dönük çatışmalar da var. Özellikle psikolojiyle ilgileniyorsanız, bu romanın psikanalitik okumaya ne kadar açık olduğunu görmek çok keyifli bizce.
Victor Frankenstein, annesinin ölümünden sonra derin bir boşluğa düşüyor. Annesi Caroline, küçük yaşlardan itibaren onun için hem bir şefkat figürü hem de hayranlık duyduğu bir idol. Shelley, annesinin ölümünü anlatırken Victor’un onu “hayatın en kutsal varlığı” olarak gördüğünü belirtiyor. Bu kayıp, Victor’un iç dünyasında bir travmaya dönüşüyor diyebiliriz. Freud’un Oedipus kompleksi tam olarak burada devreye giriyor. Freud bu teorisinde, çocukların anneye karşı bilinçdışı bir arzu geliştirdiğini ve babayı bu arzunun önündeki bir engel olarak gördüklerini belirtiyor.
Victor da annesinin ölümünün ardından, onu kaybetmenin acısını bir anlamda telafi etmek istercesine bir “ilah” gibi hayatı yeniden yaratmaya, ölümü geri çevirmeye kalkışıyor. Burada yalnızca bilimsel bir merak değil, derin bir psikolojik boşluk hissiyle hareket ediyor. Yaratığı oluştururken bir anlamda annesinin yerine koyabileceği bir varlık yaratıyor; ama sonuç onun hiç de hayal ettiği gibi olmuyor. Annesinin mezarı başında yaratığı gördüğünde hissettiği korku ve suçluluk, aslında bu bilinçdışı arzunun ne kadar bastırılmış ama güçlü olduğunu gösteriyor.
Yaratık ise sadece bir deney sonucu ortaya çıkan korkunç bir figür değil; Victor’un iç dünyasının bir yansıması gibi. Bastırdığı korkuları, suçluluk duygularını görmek mümkün. Yaratık aslında Victor’un görünmez tarafları diyebiliriz. Ve bu yaratık, doğar doğmaz terk ediliyor. Bu da onun içindeki öfkeyi büyütüyor aslında. Victor’a, yani onu terk eden babasına karşı bir başkaldırı sergilemeye başlıyor.
Bir yandan da Victor’un ilk başta kız kardeşi sonra ise karısı konumuna geçen Elizabeth’le olan ilişkisine bakınca, sevgi ve arzu konularında yaşadığı gerilimi, kaçışlarını görüyoruz. Sevgisini gerçekten istemesine rağmen, ona yaklaşmakta zorlanıyor. Bu da onun içsel çatışmalarının başka bir yansıması.
Sonuç olarak Frankenstein’ı sadece bir korku romanı olarak değerlendirmekte hata yapıyoruz. Psikolojiyi, edebiyatla birleştirip insanın iç dünyasına ışık tutan bir roman olarak da görev alıyor hepimiz için. Shelley, yaratık üzerinden bize şunu söylüyor: "Herkesin içinde bir parça korku, biraz suçluluk, ve belki de en çok anlaşılmak isteyen bir ses var." Victor’un yaratığı belki de hepimizin içindeki “görünmek isteyen” o bastırılmış taraf!
Daha fazlası için Radyo Bilkent’i radyobilkent.com veya sosyal medya hesapları üzerinden takip etmeyi unutmayın!